Hafta sonu Kaçış Önerisi: İğneada ve Longoz Ormanları
Son zamanlarda hafta sonu için alternatif ve huzurlu bir yer önerisi isteyenlere cevabımız: Longoz Ormanları ve İğneada!
Ruhunuzu dinlendirecek, gözünüzü gönlünüzü açacak, kafanızı rahatlatacak türden sakin ve sessiz bir yer İğneada. Her şeyden yeteri kadar var burada. Balık restorantları, kömürde türk kahvesi, önünde göz alabildiğine uzanan deniz manzaralı kafeler, penceresi kumsala açılan oteller, kamp yapmak isteyenlere bakir çadır alanları.. İster yürüyüş, ister deniz kum güneş, ister rakı balık… Canınız ne çekerse onu yapabileceğiniz, daha da güzeli tüm gün parmak arası terlik ve şortla takılabileceğiniz nadir yerlerden. Tabii biz Eylül ayının ikinci haftasında gittiğimiz için sezon kapanmasının da etkisi ile bunları söylüyoruz ama yaz aylarında, özellikle bayram tatillerinde, her yerde olduğu gibi, İğneada’nın da tıka basa dolduğuna değinmeye gerek yok sanırım 🙂
Yaklaşık 2500 kişilik bir nufüsa sahip olan İğneada, Kırklareli’ne bağlı. Balkan’lara komşu. Istıranca dağları eteklerinde. Karadeniz’in iyot kokulu sahili boyunca uzanmış uzun ve yumuşacık bir kumsalı var. Her mevsim gidilebilecek ve her seferinde de farklı bir özelliği ile insanı büyüleyecek potansiyele sahip. Sadece eşsiz tabiatı ile değil aynı zamanda, güler yüzlü insanları, leziz şarapları, zengin mutfağı ile tekrar tekrar geri dönmek isteyeceğiniz türden bir yer burası.
Şimdi size önereceğimiz 2 günlük İğneada turumuzun detaylarına geçebiliriz..
1. gün İstanbul’dan kendi araçları ile gelecek olanları 4 saatlik bir yolculuk bekliyor. İğneada’ya Silivri ve Çerkezköy üzerinden sırasıyla Saray, Vize ve Demirköy’ü geçerek ulaşıyorsunuz. Demirköy’den sonra özellikle Istıranca dağlarına yaklaştıkça virajlar başlıyor, oksijen oranı artıyor, hafif stabilize bir yol çıkıyor karşınıza. Virajlı yollardan kıvrılırken, sağdan soldan insanın içini kıpır kıpır eden longozlar kendini göstermeye başlıyor.
Biz, İğneada’ya varır varmaz otel arayışına girdik. Öncesinde internetten biraz araştırma yaparak, zaten çok fazla alternatifimizin olmadığını görüp bir de sezon sonu olduğu için otellerin dolu olmayacaklarını düşünerek rezervasyon yaptırmamıştık. Siz eğer yazın gitmeyi planlıyorsanız ve çadır yapmayacaksanız iğneada’ya gitmeden önce otelinizi ayarlayın çünkü sezonda boş oda bulmak zor olabiliyormuş. Bir iki pansiyonun önünden geçtikten sonra, İğneada Motel‘e girdik ve oda manzarasını gördükten sonra başka bir yere bakmaya gerek duymadık. Dalga sesiyle uyumak ve deniz kokusuna uyanmak gerçekten de insana tarif edilemeyen duygular yaşatıyor! Kaldığımız motel yeteri kadar temizdi, hizmet ise oldukça yerinde, personel ise sıcak ve samimiydi. Yani zaten 1 gecelik bir konaklamada kuş sütü falan beklemediğimiz için bize fazla fazla yetti, tavsiye ederiz.
Otel işini hallettikten sonra İğneada turumuza birer kahve içerek başlamaya karar verdik. İlk durağımız Fransız Feneri. 1866 yılında Fransız müteahitlere yaptırılan, bu yüzden de halk arasında Fransız Feneri olarak geçen fener, İğneada Limaköy’de yer alıyor ve 40-50 metrelik bir uçurumun kenarında yükseliyor. Tek gördüğünüz önünüzde uzanmış uçsuz bucaksız Karadeniz. O kadar rahat, o kadar huzurlu bir yer ki. Burada birer türk kahvesi içip yol yorgunluğunu atmanız 10 dakika falan sürüyor ama bir türlü kalkmak istemiyorsunuz. Biz de kendimizi “Hadi daha trekking yapacağız!” diye kandırarak, gözümüz arkada yola devam ediyoruz.
Kahve molasından sonra Longoz ormanlarına dalıyoruz. Longoz geldiğimiz yönün ters istikametinde. Zaten girişi tabelalarla gösterilen ormana araç ile giriş yapıyoruz. İnternetten araştırdığımıza göre ATV kiralayarak longoz ormanlarını gezmek oldukça popüler bir aktivite. Biz İğneada merkezinde sadece bir yerde ATV kiralandığını gördük. Ormanın girişinde de kesin vardır dedik, yanılmışız, yoktu. Bir de buraya gelmeden rehberler ile gezmek şart gibi bir algı oluşturdu okuduklarımız. Fakat biz girişte rehber de görmedik. Belki de sezonsallık etkisidir.
Orman içinde git Allah git, git Allah git.. Nerede duracağız, nerede yürüyeceğiz derken en sonunda Hamam gölü tabelasından saptık ve bulduğumuz kuytu bir yere park ettik. O da ne! Dışarı çıkar çıkmaz, gereksiz samimi bir karşılama: Sinekler! Bu küçük ama ısrarlı sinekler sayesinde (!) Hamam gölüne yaptığımız sadece 700 metrelik yürüyüş boyunca elimiz kolumuz resmen silecek işlevi gördü, ne yürüdüğümüzden bir şey anladık ne de etrafı inceleyebildik. Bu da mı sezonsallık, bir bilen lütfen açıklasın 🙂 Biz bu arada “Yandım Allah!” nidalarıyla sinekler suratımıza yapışmış halde yürümeye çalışırken, etrafta çadır kuranları görüp bu sinekler sadece bize mi saldırıyor diye düşünmeden de edemedik tabii!
Hamam gölü de maalesef göl değil resmen bataklıktı. Azıcık ucundan, biraz su görmüş olabiliriz ama göl tanımına pek uyduramadık. Mert gölü ve muhteşem kano turları ile ilgili okuduğum yazıyı hatırlayıp arabaya atladığımız gibi Mert gölü’ne bir U dönüşü yaptık. Maalesef arkadaşlar şansımıza Mert Gölü de hiç tahmin ettiğimiz gibi çıkmadı 🙁 Sazlıklar ve bataklık şeklinde su birikintisi ile göle ulaşmak imkansızdı. Biraz araç ile gittikten sonra yürümeniz gerekiyor şeklindeki uyarıları okumuştum ama yürünecek gibi değildi gerçekten. Kano da yalan oldu, göl kenarında yürüyüş hayallerimiz de.
Bu şansızlığa hemen teslim olamazdık. Ani bir fren ile alakasız bir yerde, ormanın içine yürümeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız! Kuş sesleri, yanımızda zıp zıp zıplayan kurbağalar, adım attığımız yerde çıt diye kırılan dallar, uzaktan uçan kaçan enteresan hayvanlar ve kuşlar, upuzun ağaçlar, değişik türden mantarlar, en güzeli de sessizlik ve serinlik.. Resmen terapi gibi gelen bir yürüyüş oldu bu. Uykumuz gelecek kadar huzur doldu içimiz desek, ne dediğimizi anlarsınız diye düşünüyorum.
Hava karardıktan sonra otelde biraz dinlenip üzerimizi değiştirdikten sonra, kaldığımız yere yürüyerek 500 metre uzaktaki Çat Kapı Restorantta rakı balık yapmaya gittik. Açıkcası bu mekanı cazip kılan tek şey hemen sahilde olması! Balık aşırı yağlıydı, mezeler ise fena değildi. İki kişi için ederinden fazla bir ücret ödeyerek ayrıldık mekandan.
İğneada’da ne yenir diye baktığınızda en fazla tavsiye edilen yerlerden biri Liman Restorant. Ama bu mekan biraz yukarıda kaldığı için ve biz denizin dibinde olmayı tercih ettiğimiz için burayı pas geçtik. İyi mi yaptık kötü mü bilmiyoruz ama siz deneyebilir ve fikrinizi paylaşabilirsiniz 🙂 Ayrıca Kafe Limanköy ve köy meydanındaki Dobrodoşli Rumeli Köftecisi de tercih edebileceğiniz diğer mekanlardan.
2. gün oteldeki sabah kahvaltısının ardından uzunca bir süre sahilde oturduk. Arabanın arkasındaki rejisör sandalyelerimize kurulup, ayaklarımızı denize gömdük. Sezonu bu kadar sessiz ve sakin kapatmanın keyfini doyasıya çıkarttık. Sahilde deniz kabup topladık, kumsalda yürüdük.. Ne yazık ki yanımıza mayo bikini vs getirmediğimiz için denize giremedik ama itiraf ediyorum çok pişmanız 🙂 Burada geçirdiğimiz uzun bir süre sonunda yine kendimizi kalkmaya zorlayarak, çünkü bu kadar huzurlu bir pazar günü geçirmeyeli çok oldu, Beğendik köyüne doğru yola çıktık. Beğendik köyü hemen Bulgaristan’ın sınırında. Köye girişte ne deniz ne de sınır varmış gibi görünüyor ama vazgeçmeyip toprak yolu hafif kıvrılarak devam ettiğinizde gördüğünüz manzara efsane! Tepede çok salaş bir cafe var. Püfür püfür esen rüzgar ve manzara karşısında kahvelerimizi yudumladık, uçurum kenarında kısa bir yürüyüş yaptık. Rahatlatıcı bir yer. Bu arada kamp yapmak isteyenler için de çok şirin bir yer var. Kesinlikle en az bir gece için değerlendirmelisiniz.
Beğendik köyünden sonra dönüş yolunda Dupnisa mağarasına uğramalısınız. Mağara sulu ve kuru olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Girişte ufak bir miktar ücret ödemeniz gerekiyor. İçeri de ise sarkıt ve dikitler ile yarasalar olduğunu duyduk. Ama biz mağarayı bir sonraki sefere bıraktık çünkü malum günü deniz kenarında geçirmeyi tercih ettiğimiz için biraz zaman sıkıntısı yaşadık. Bu arada iyi de yapmışız çünkü mağara toplam 2600 metre içeride ve yürü yürü bitmiyormuş. (Kendimizi de kandırıyor olabiliriz şu an 🙂 )
Bu iki günlük kaçamağımızın sonunda, Kırklareli’nin ayçiçeği ve buğday tarlaları ile kartpostal görünümlü manzarasını geride bırakıp İstanbul’a geri döndük dönmesine de aklımız orada kaldı. Bir dahaki sefere İğneada’nın sonbaharını, kışını ve yazını yaşamak için geri döneceğimiz kesin..
Ek bilgi:
Longoz (subasar) nedir ondan azıcık bahsedelim: Longoz, denize doğru akan derelerin getirdiği kumların birikerek kıyıda set oluşturması ve dere ağzını kapatması sonucu akarsuyun biriktiği yerde oluşan bir özel ekosistem. Türkiye’de İğneada (Kırklareli), Acarlar (Sakarya) ve Sarıkum’daki (Sinop) longoz ormanlarının yanı sıra, Kızılırmak Deltası’nda da (Samsun) longoz niteliğine sahip ormanların çok küçük kalıntıları kalmış. Bu ekosistemin varlığı için en en temel koşul tanımından da anlaşılacağı üzere bol su.
İğneada’da kamp yapmak isteyenler için alternatifler çok fazla. Biz, kamp alanı olmamasına rağmen, longoz ormanı içinde ya da kumsalda çadır kuranları gördük. Ayrıca kamp alanı olarak belirlenmiş alanlar da zaten mevcut. Sadece çöplerinizi toplamayı unutmayın ve ormanda ateş yakmayın yeter.
Trakya bağ rotasında yer alan Kırklareli sınırında olduğu için, İğneada’ya bağ bozumunda da gitmeyi tercih edebilirsiniz. Küçük bakkal ve marketlerde her mevzim yöresel şaraplar satılıyor, şarap severler için tavsiye ederiz.
Bu arada Trakya bağ rotası ile ilgili yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
Pingback:İstanbul'a yakın doğa ve deniz kokulu kahvaltı mekanları | Gezi Kumbarası