Marmaris Yol Macerası Vol.1: Selimiye-Bozburun


Marmaris‘te birinci günümüz.

Hedefimiz: Selimiye ve Bozburun

Güzergahımız ise: İçmeler, Değirmenyanı, Hisarönü, Kız Kumu Plajı, Turgut Şelalesi, Selimiye, Orhaniye, Avlana ve Bozburun.

Haritaya göz atmak isteyenler buraya tıklayabilirler. marmaris-selimiye-bozburun-harita

İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan bindiğimiz Pegasus uçağı ile başlayan yolculuğumuz, Dalaman Havaalanı’na indikten sonra Marmaris otogara kadar Muttaş havaalanı servisleri ile devam ediyor. Havaşlara alternatif olarak çalışan Muğla Belediyesi yolcu taşıma servisleri ile 15 TL vererek yaklaşık 1,5 saat içinde Marmaris’e varıyoruz. Otogardan hareket saatleri uçuşlara göre organize edildiği için neredeyse her yarım saatte bir otobüs kalkıyor. Dolayısıyla ne çok acele etmeye, ne de hareket etmek için uzun süre beklemeye gerek kalmıyor. Oldukça konforlu ve pratik bir hizmet.

Marmaris’te ilk hedefimiz uzun zamandır sosyal medyada paylaşılan fotoğraflarını ağzımızın suyu akarak takip ettiğimiz Selimiye ve Bozburun koyu. Bunun için önce Marmaris şehir merkezinde depoyu doldurup, aracımızın yağını ve suyunu kontrol edip, tekerlekleri de elden geçiriyoruz. Sonra hemen benzin istasyonunun yanındaki Karel pastanesinden yanımıza bol miktarda nevale ve tabii ki su alıp basıyoruz gaza. Radyo henüz Yunan ezgileri ile karışıp cızırdamaya başlamamışken müziğin tadını çıkarmaya başlıyoruz. Bir tarafımızda dağ boyunca yayılmış çam ormanları, bir tarafımızda masmavi bir deniz manzarası eşliğinde kıvrıla kıvrıla Marmaris- Datça yolu boyunca ilerliyoruz. Önce Datça yolunda Değirmenyanı Beldesi’ne bağlı Bördübet‘te, üzerinden turist taşan safari araçlarını görüyoruz. Yol üzerinde “teneke tavuk” levhaları biraz iştahımızı kabartmış olacak sarılıyoruz mis gibi kokan pastane poğaçalarımıza, malum henüz tavuk yemek için saat baya erken.

Hedefe o kadar kitlenmişiz ki dur durak bilmeden yol almaya kararlıyız. İlk durduğumuz yer Hisarönü körfezinde yer alan “Altınkum“. Burada taşların kırmızılığı hemen dikkatimizi çekiyor ve plaja verilen bu ismin gayet yerinde olduğunu düşünüyoruz. Birkaç fotoğraf ve video çekimi ardından yine yola devam. İşte Altınkum’dan iki kare;

İkinci mola yerimiz ise “Kızkumu Plajı“. Burayı çok fazla aramanıza gerek yok zira seyir halinde camdan dışarı bakarken içgüdüsel olarak burada bir şey olduğunu ve durmanız gerektiğini hemen hissediyorsunuz. Tek şerit halinde suda yürüyen yerli yabancı turistler ve adeta İstanbul’ daki otoparkların doluluğunu aratmayan bir park yeri “Yavaşça direksiyonu sağa kır ve hafif frene dokun.” diyor adeta. Biz de aynen böyle yapıyoruz. Araçtan inip kavurucu güneşin etkisini kafatasımızda hissederken bir taraftan da internetten kızkumu dedikleri bu yerin efsanesini okumaya başlıyoruz. Biz nice sonra “Hadi biz de yürüyelim.” dememizin ardından bahsedilen kızın, deniz kenarındaki mağrur heykelini fark ediyoruz. Zavallı kızcağız, o güneşin altında etrafını saran fotoğraf meraklıları tarafından o kadar kamufle olmuş ki kendisi ile şahsen tanışmamız biraz zaman alıyor.

Efsaneye göre eski zamanlarda bir kralın kızı, fakir balıkçıya aşık olur. Ancak kral, kızını balıkçıya vermez. Kralın kızı, balıkçı sevgilisiyle gizli gizli buluşur. Birileri, kızının balıkçıyla buluştuğunu “balıkçı denizden geliyor, kızınız kumsalda onu bekliyor, ışıkla yerini işaret ediyor. Delikanlı da ışığa geliyor ve kızınız ile delikanlı gün ağarana kadar aşk oyunlarına dalıyor.” sözleriyle krala anlatır. Bunları duyan kral çok öfkelenir. Bir gece kızını kumsalda yakalayan kral, askerlerine de ışıkla balıkçıya işaret vermelerini emreder. Delikanlı ışığı görünce atlamış kayığına, kumsala doğru kürek çekmeye başlamış. Derken kız, askerlerin elinden kurtulmuş ve sevgilisini kurtarmak için koşmaya başlamış. Ama sevgilisinin kayığına varması imkansızmış. Atmış kendini sulara ve o anda bir mucize gerçekleşmiş: Kızın adım attığı her yer kuma dönüşürken, peşinden koşan askerler, denize gömülmüş. Kız kayığa kadar koşmuş ancak iki sevgili tam kavuşacakken bir okçu, delikanlıyı hedefleyip sallamış okunu. Ok gelip delikanlıya sarılan kızı bulmuş. Kızın bastığı yerde ortaya çıkan kumlar, kan suya karışınca kırmızıya boyanmış. Delikanlı ise almış yaralı sevgilisini gitmiş. Bir daha da onları ne gören olmuş ne de duyan…  Çok etkileyici bir aşk hikayesi değil mi? Tabii biz turist olarak böyle hüzünlü bir hikayesi olan yerde eğlenen fotoğraf çektirebiliyoruz shshs..

Bu deniz yürüyüşü molasından sonra biz tekrar yollara düşüyoruz. Dedik ya çok heyecanlıyız ve yol boyunca bizi karşılayan manzaranın şahaneliği beklentimizi zirveye taşıdı. Ama henüz daha hedefe varamamışken aklımızı çelmeye çalışan bir yer daha çıkıyor karşımıza. “Delikliyol Deniz Restoran” nam-i diğer Mehmet’in Yeri. Durmamak, yakından bakmamak hatta fotoğraf çekmemek olmaz. Nasıl olsa daha saat çok ilerlememiş, kaldı ki burada gün o kadar uzun geliyor ki insana bir İstanbul’ lu olarak zamanla yarışmayı adet haline getirmiş kişiler olarak saat takmayı bırakın saate bakmaya bile gerek duymuyoruz. Ömür uzaması bu olsa gerek. Mehmet’ in yerine sonra döneceğim ama şimdilik burada fotoğraflarını paylaşarak sizi biraz daha meraklandıracak bir virgül koyalım.

Nice sonra dağlar yeşilden arınmaya, çam ağaçları yerini büyük kayalara bırakmaya başlıyor. Denizin eşsiz maviliği içinde önce bir- iki, sonra onlarca yat, tekne görmeye başlıyoruz. Virajlardan bir yukarı bir aşağı kıvrılıyoruz ve sonunda bir ok: Yol sağdan Selimiye, soldan Bozburun veriyor. Tabii artık bu noktada Yunan ezgileri tüm kanalları domine ettiği ve biz hiçbir şey anlamadığımız için radyoyu iyice kısıyoruz. Kendi kalp atışlarımız ve soluk alışverişimiz artıyor vee Selimiye‘den içeri giriyoruz.

marmaris-selimiye

İlk başta tek tük araç park etmiş olan dar patika yolun deniz tarafında beach, plaj, restoran, motel kelimelerini seçiyor gözlerimiz. Yavaş yavaş önce araçlar, sonra bina duvarları deniz ile önümüze set çekmeye başlıyor. İki motel arasından denizin ucunu görebilirseniz ne ala. Karşıdan gelen araca yol vermenin bile cambazlık gerektirdiği bu patikanın sonuna kadar bile gitmeye dayanamayıp, kıvrak bir manevra ile aynı yolu dosdoğru geri gelip Bozburun’ a devam etme kararı alıyoruz. Her yer pansiyon veya butik otel olmuş burada. Çok şirin birkaç cafe, restoran gözümüze çarpıyor ama ne deniz ne de dağ manzarası görüyor, o yüzden hiç davetkar görünmüyor. “Nasıl bir pazarlama hilesi?” diyoruz artık yüksek sesle. Bir taraftan da o kadar emek verip, bu kadar yol gelmiş olmanın kuyruk acısıyla Selimiye’yi kötülemeye kıyamayıp, hemen bir açıklama yapıyoruz: “Buraya bir hafta ya da birkaç gün gelip, direkt deniz kenarında bir butik pansiyona yerleşip, karşındaki manzaraya bakacaksın tüm gün. Denize girmek için Marmaris’ten kalkıp gelinecek günübirlik bir yer değil.”

Tepeden görünen muhteşem manzarası ile (maalesef) fiziksel olarak tanışamadığımız Selimiye’ den sonra, umudumuzu çok yitirmeden tüm dikkatimizi Bozburun’ a veriyoruz. Adeta bir totem halindeyiz, araçta çıt çıkmıyor. Herkes son derece meraklı ama bir o kadar da cool. Yine dağlar, virajlı inişler çıkışlar, sağda masmavi bir deniz, solda kayalıklar ve Bozburun.

Önce haritaya tekrar bakıp, sonra internetten ‘Bozburun plaji’ diye aratıp görselleri taradıktan sonra hala inanamayıp oralı olduğuna kanaat getirdiğimiz bir ablaya soruyoruz. “Şey, merhaba, biz buraya ilk defa geldik de denize girilecek başka bir yer var mı?” Abla hafif tebessüm ederek “Hoşgeldiniz. Az ileride camiyi geçince bir plaj daha var, Kürbaşı, burası gibi ama tekneler daha az olduğu için deniz daha temiz!” İşte yıkıldığımız an! Daha temiz derken? Bir tık daha temiz ne demek? Hani o fotoğraflardaki uzun kumsal? Bu kadar filtre yapılır mı arkadaşlar? Mahvettiniz bizi. Bütün hevesimizi kırdınız aşkolsun! Anlayacağınız burası da “teknelik” bir koymuş. Teknesi olana şahane sular ve muhteşem bir manzara var açıklarda. Ama biz bu manzara ile aramıza set çeken tekne ve lüks yatların kalabalığından göremiyoruz.

Moralleri bozmadan “cık cık cık” nidalarıyla ayağımızı denize bile sokma şansı vermeden Bozburun’u da terk ediyoruz. Yolu biraz uzatarak Avlana üzerinden tekrar geldiğimiz yola çıkıp hani yazının başında virgül koyduğumuz yer vardı ya Delikyol Mehmet’in Yeri, doğruca oraya gidiyoruz. Önce leziz bir ızgara köfte yiyip birer bira içerek kendimize geliyoruz. Sonra doğruca deniz. Hafif ılık suya bırakıyoruz kendimizi. Daha doğrusu sadece suya değil balıklara da. Burada balıklar denize ayağınızı sokar sokmaz etrafınızı sarıyorlar. Başta çok komik gibi görünse de, bir müddet sonra, hareket ettiğimiz halde peşimizi bırakmamaları biraz tedirgin ediyor bizi. Öyle ki, bir önceki gün sivri sineğin ısırdığı yeri kaşıyarak kanattığınız diz kapağınızda oluşan kabuğu alıp kaçacak kadar “insan canlısı” bu balıklar!

Dönüş istikametinde durağımız ise Turgut Şelalesi. Restorana sadece bir kaç kilometre uzaklıkta serin ve dingin bir yer. 1. Derece sit alanı olmasından dolayı çevre düzenlemesi bir peyzaj firmasına verilmiş ve kesinlikle doğal hiçbir şeye dokunulmamış, çirkinleştirilmemiş.

Ağaç dallarından yapılan yollar, taşlar ile çevrelenen sular, kütüklerden oluşturulmuş oturma alanları, yüksek ve birbiri içine geçmiş ağaçlar ile tam anlamıyla amazon ormanlarında gibi hissediyorsunuz endinizi. Şelale şimdiye kadar gördüklerimizden daha kısa ve dar ama buradaki ambiyans kesinlikle huzur veriyor insana. Bir de bu tatlı sularda dolanan ördekler ve kocaman balıklar var. Daha ne olsun.

Şelaleden çıktıktan sonra Orhaniye’de güneşin batışına denk geliyoruz. Küçük balıkçı tekneleri ve büyük yatların demir attığı koyda kızıllık doruğa ulaşıyor. Zaten kiremit rengi olan toprak, dağların arkasında batan güneşin kırmızılığı ile buluşuyor ve bize romantik bir gün batımı yolculuğu yaşatıyor. Orhaniye’de koy boyunca biçimli bir şekilde sıralanmış birçok restoran var. Selimiye’de binaların taş duvarları ardına saklanmış deniz, burada tam karşınızda duruyor arada herhangi bir parazit olmadan. Bozburun’da birkaç metreye sıkıştırılmış plaj burada oldukça geniş ve koy boyunca yayılmış. Gözlerimiz manzara karşısında bayram ederken aracımız tam gaz devam ediyor yoluna.

Orhaniye’den sonra Hisarönü yani gezi başında ilk durduğumuz yere Altınkum Körfezi’ne varıyoruz. Bu arada hava kararıyor ve az ileride Marmaris ışıklar altında. Bu manzarayı fotoğraflamaya calışırken önümüze sürekli çıkan ağaçlar, araçlar, virajlar muhteşem bir kare yakalama fırsatı vermeyecek diye düşünürken panoramik bir nokta görüyoruz. Diğer araçlar gibi biz de kenara çekip hemen kendimizi dışarıya atıyoruz. Sonunda ışıklar altında Marmaris manzarası. Şahane!

Bu tur roadtripler yapmaya bayılıyoruz. Tam “popüler” bir yere gitmeye niyetlenmişken, yol üzerinde karşımıza çıkan diğer güzel manzaraları ve yeni mekanları keşfetmek harika bir duygu. Bazı abartılı reklamlar hayal kırıklığına neden olurken, hiç ummadığınız keşifler sayesinde aslında gidilen yerlerden çok, yaşanılan ve deneyimlenenler hafızada yer tutuyor. Bir süre sonra da hedef değil yolculuk keyifli hale geliyor.

Bu arada unutmadan belirtelim. Bu kadar çam ormanı, çam ağacı tabii beraberinde arıcılığı da getiriyor. Yol boyunca inci gibi dizilmiş arı kovanlarının sebebi de bu.  Ve arılar her yerde. Biranın içine düşen bir arı ağızdan son anda püskürtülürken, sakin sakin güneşlendiğimiz bir sırada sinsice sokan bir arıdan kaçamıyoruz. Ve bu keyifli günün sonunda artık araçtan indiğimizde, gün boyu kıvrıla kıvrıla yol aldığımız virajlar başımızı döndürmeye devam ediyor. Bu keşif dolu günün ardından Marmaris Armutalan‘da yer alan Lider Kokoreç’te yarım ekmek kokoreci mideye indirip doğruca eve geçiyoruz. Arının soktuğu yer artık iyice kabarmış ve sertleşmiş. Bakalım yarın bizi neler bekliyor olacak…

Enes’e gezi kumbarasını tamamladığı için teşekkürü bir borç biliriz..

Yorum Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.